MANEVI ANAHTAR

Dini Bütünlüğümüz

PROF. DR. HAYDAR BAŞ “DİNİ VE MİLLİ BÜTÜNLÜĞÜMÜZ”ÜN ADIDIR
 



Prof. Dr. Haydar Baş, Türkiye’nin yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. 
Sayın Baş, hayatı boyunca milli birlik ve bütünlüğü tez olarak anlatmış, her yazısında, konferansında, TV konuşmalarında  ülkenin içinde bulunduğu oyunları dile getirerek milletimizin adeta gözünü açmıştır...

Prof. Dr. Haydar Baş, Türkiye’nin yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. 
Sayın Baş, hayatı boyunca milli birlik ve bütünlüğü tez olarak anlatmış, her yazısında, konferansında, TV konuşmalarında  ülkenin içinde bulunduğu oyunları dile getirerek milletimizin adeta gözünü açmıştır. 
Haydar Baş ismi, sivil-asker birliği ile; devlet-millet kaynaşması ile, “Türk, Kürt, Laz, Çerkez tek bilek tek yürektir” çıkışı ile, “bu vatan bizimdir, bizim kalacak” sloganı ile, Millî Ekonomi Modeli ile, “Milli Devlet-Sosyal Devlet” tezi ile ve Bağımsız Türkiye ile özdeşleşmiştir. 
Takdir edersiniz ki, bugün globalizmin pençesindeki her ülke gibi, Türkiye için de aynı küresel kurallar geçerlidir. Millî olan her şey  ve bağımsızlık en büyük tehlike görülürken, bunun savunucuları küresel dünya için en büyük tehdittir. 
İşte bu tehdit görülme Prof. Dr. Haydar Baş’ın her türlü faaliyetlerinde önünü kesme, toplum nazarında onu küçük düşürme, basında yer verdirmeyerek halkın nazarından saklama  gibi yollarla hayatının her safhasında karşısına çıkmıştır. 
Biz, vatanın bütünlüğünün ve milletin birliğinin muhafazası gerekçesi ile karşılaştığımız bu mağduriyetleri asla gündem etmedik. Ancak gelinen noktada yapılan iftiralara cevap olarak bu  konuları belgeleri ile ortaya koyarak haklılığımızı ve mağduriyetimizi ispatlıyoruz.
Eğer iftiralara ve karalama kampanyalarına devam ederlerse, bu iftiraları atanların gerçek yüzlerini, yine onların başındaki kişilerin kitaplarındaki ifadeleri kamuoyu ile paylaşacağız. 
“Rota Haber” isimli internet sitesinde yer alan uydurma habere göre, 
"MİT tarafından Gülen’e karşı kullanılan cemaat lideri
Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi dahilinde 5 Mayıs 1997 tarihli üs yazısında, tüm illerdeki bağlı komutanlıklardan sivil toplum örgütleri ile ilgili bilgi isteyen Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Koramiral Aydan Erol, bir haftalık süre sonunda komutanlığa geçen belgelerde fişlenmiş görünen ancak yararlı olduğu belirtilen bir isim bulunuyor. 
… aşırı İslamcı unsurlar ve vakıfların bağlı bulunduğu "tarikat ve dini akımlar" isimli dosyanın ön listesinde yer alan 47 cemaat içinde sadece birine not düşüldüğü görülüyor.
Mamak yani Kadiri Haydar Baş grubu."
Sitenin kendi yorumuna göre, "belge üzerinde sadece Haydar Baş’ın isminin hemen altına parantez açılarak, “MİT bu şahsı F. Gülen’e karşı kullanmaktadır" İfadesi de yer almaktadır. 
Günümüze kadar, Prof. Dr. Haydar Baş’ın hakkında birbirine zıt iki  haber uydurularak halkın nazarından düşürülmesine çalışılmıştır. Bunlar;
1- “Tarikat lideri olduğu” yolundaki yalan haberler, 
2- “Askerin adamı” olduğu şeklindeki yalan haberlerdir.
Bu iki konuda uydurulan yalan haberlere karşı, Sayın Baş hakkında 40 bin sayfayı bulan dava dosyaları mevcuttur. Bunların bir kısmına aşağıda yer vereceğiz. 
Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Prof. Dr. Haydar Baş ile Fetullah Gülen arasında 1998 yılına kadar bir sıkıntı yoktu. Ta ki, Gülen’in Vatikan’a yazdığı mektup ortaya çıkana kadar. Millî ve dinî bütünlüğümüze indirilen bu darbeye, yani mektubun gönderildiği 1998 senesine kadar Baş ve Gülen arasında bir husumet söz konusu değildi. Tam tersine, o tarihlerde Prof. Baş, etrafına Zaman Gazetesi okumalarını tavsiye ederek, onlara maddeten ve mânen destek olmuşlardır. 
1998’den sonra Prof. Dr. Haydar Baş tamamen ilmî realiteler ile  Gülen cemaatinin yanlış yolda olduklarını ortaya koymuş ve hukuk sınırları içinde mücadele vermiştir.
6 Şubat 1998 tarihinde Sayın Baş, Gülen’e yakın arkadaşları eliyle bir mektup göndermiştir. 
Bu mektupta milli ve manevi değerlerimiz açısından ciddi endişelerini dile getirmiştir.
Hıristiyan din öncüleri ile yakınlık kurulmasının, Resûlullah’ın (s.a.v.) hayatından örnekler ile yanlışlığını ortaya koymuştur.


PROF. DR. HAYDAR BAŞ’TAN FETULLAH GÜLEN’E TARİHİ MEKTUP

"Muhterem Kardeşim Fethullah Efendi, 
Allah’a hamd, Resulüne salât ü selamdan sonra mektubuma başlarken zat-i âlinize ve camianıza selam ve muhabbetlerimi sunarım. 
Malumunuzdur ki, Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri, sırat-ı müstakim üzere bulunmaları, varsa noksanlarını telafi edip birbirlerine yardıma olmaları, hakkı tavsiye etmeleri ve gerektiğinde emri bi’l ma’rûf - nehyi ani’l münker yapmaları Hakk’ın emri gereğidir ve bir vecibedir. "Müminler ancak kardeştir" ve kardeşler, birbirine yıkayan iki el gibidirler. Kardeşin kardeş üzerinde hem hakkı hem de sorumluluğu vardır. Eğer bir Mü’min kaderin şevkiyle bir camianın sorumluluğunu taşıyorsa bu sorumluluk, bu vebal daha da artmakta ve önem kazanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz ((S.A.V)) "Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mes’ûlsünüz" buyurmaktadır. Bu sebepledir ki, birbirimizi lüzum görülen hususlarda aydınlatmak, istişare etmek, varsa bir yanlıştan sakındırmak, üzerimize bir borç olduğu gibi, kardeşlik hukukunun da bir gereğidir.

Öte yandan zat-i âliniz ve arkadaşlarınızın ülkemizde ve dünyada yaptığı hayırlı hizmetleri takdirle karşılıyor ve hayırla anıyoruz. Bu cümleden olarak bu mektubu, hem bir istişare maksadıyla hem de bir mükellefiyetin gereğini yerine getirmek üzere yazıyorum.

Zat-i âliniz ve hizmet camianızla ilgili olarak kamuoyunda tartışılan, medya yoluyla aleniyet kazanan ve aşağıda bir kısmına temas edeceğim hususlarda, i-nancımız, yolumuz İslam adına ciddi endişelerim hasıl olmuştur. Belki de meseleler, intikal ettiği gibi değildir, ki öyle olmasını çok temenni ederim fakat değil mi ki hadiseler bir noktaya gelmiştir ve tartışılmaktadır; o halde ciddiyet kazanmıştır. Eğer meseleler saptırılıp, kamuoyuna yanlış izlenim veriliyorsa, basın yoluyla tekzibinin çok isabetli olacağı kanaatindeyim.

Yaşadığımız devrin şartlarının zorluğunu ve vahametini kabul etmekle beraber, Mü’minlerin (hele de hizmette Öncü olup bir camiayı temsil ediyorlarsa) u-sûl ve metod açısından basiret vefirasetle yürümeleri, ancak Hakk’ın hududunu da korumaları bir zorunluluktur. Mevzuat ve hukuka ters düşmeden, Devlet ve Millet bütünlüğünü koruyarak zira bu Devlet, bu Millet bizimdir müsamaha hudutlarını sonuna kadar zorlamalı, fakat asla tavize yaklaşılmamalıdır. Buna hakkımız olmadığı gibi, Hakk’a ancak hak ölçülerin korunması suretiyle hizmet edilebileceği, diğer gayretlerin ise hizmet değil, bir vebal olacağı bilinmelidir. Bu ölçüler içerisinde, zat-i âlinizi incitmeden maksadımı anlatabilmek ümidiyle, bizi endişeye sevk eden hususlara ana hatlarıyla temas edeceğim.

I- Bir müddet evvel basına yansıyan bir beyanatınızda başörtüsüne "teferruat" demişsiniz. Bu söz, İslam’ı tahrif etmeyi meslek edinenler tarafından ele alınarak neredeyse tesettürün lüzumsuzluğuna hükmedildi. Belki maksadınız bu değildi, fakat olaylar sonuçlarıyla ölçüdür.

Çok iyi bilirsiniz ki tesettür, başörtüsü bir vecibedir, farzdır. Ayetlerle sabittir. Ayette başörtüsü, "Hamr" kelimesiyle anlatılır. Bir manası başı, diğer bir manası da göğsü örtmek hakkındadır. Ma’lumu-nuzdur ki, lafızların kelime manası esas alındığında mesele sapar ve saptırılır. Zira bu kelimenin elliye yakın manası vardır. Bir manası da içkidir. Sadece kelime manasından yola çıkarak kalkıp da ayette geçen ’Hamr’ kelimesini içki anlamıyla kabul edersek "içkiyi örtmek" gibi bir şey ortaya çıkar ki, bu mantıksızlıktır.

O halde mefhumları, lafızların kelime manasıyla uğraşıp saptırmadan, İstılahı mana üzerinde durmak, ayetlerin nüzul sebeplerine inmek ve tarihî tatbikatı da dikkate almak esas olmalıdır. Nitekim tesettür ayeti indikten sonra, Müminlerin Annesi Hazreti Zeynep validemiz, hiç dışarı çıkmamıştır. Yine biliriz ki, bir farzı basite almak, helâli haram, haramı helâl kabul etmek, itikadı açıdan pek vahim sonuçlar doğurur. Neden Allah’ın emirlerini tartışma konusu yapmaya sebep oluyoruz? Bu bir mecburiyet midir? Mecburiyet ise nereden kaynaklanmaktadır?

II- Yine günümüzde Kur’an-ı Kerim’i tahrif planları yapan çevreler ve bunların avukatlığına soyunan İslam muhalifleri var. ’’Yeniden yapılanma’ adı altında İslam’ı, reformcu bir mantıkla tahrife kalkışmaktadırlar. Sanki Resûlüllah ((S.A.V)), Kuran-ı Kerim’i anlayamamış da, 14 asır sonra bu hilkat garibeleri anlamış... Bunlara göre "Hadis-i şerifler uydurmadır, îcma, kıyas, mezhep ve meşrep gibi kavramlar yoktur. Müctehid imamlar komisyoncu, Müslümanlar yobaz; İslam 1400 yıldan beri hiç anlaşılmamış.." Bunlara göre, ’Mezhepler haktır’ demek küfür; ama lafzı da mu’cize olan Kur’an-ı Kerim’i Türkçeleştirmek uğruna, mezhep i-mamlannın fetvaları pek muteberdir ve asıldır.

Bu kadar vahim dalâlet, sapıklık ve tezat içinde yüzenlere binbir zahmetlerle kurduğunuz TV kanalınızda zehirli fikirlerini yayma fırsatı veriyorsunuz. Bundan daha da vahimi, sözünü ettiğimiz şahıs ve şahıslara plaket vermek suretiyle ödüllendiriyorsunuz; bunun adı tolerans, müsamaha oluyor. Böylece hem bu gibiler özendiriliyor, hem de büyük kitleler bu yapılanların meşru olduğu zannına kapılıyor. Buna razı olacağınıza asla inanmıyorum.

III- Basında ve kamuoyunda müşahade ettiğimiz daha büyük bir yanlış ise, Hıristiyan din öncüleriyle yakınlıklar kurulması, karşılıklı dostluk mesajları gönderilmesi ve bu yolda birlik-beraberlik, işbirliği, iyi niyet havasının verilmek istenmesidir.

Hatta son günlerde çıkan bir haberden takip ettiğimize göre bir iftar sofrasında bir Hıristiyan temsilciye dua ettiriliyor. Temsilci duasında teknik bir şekilde Allah Resûlü’nü tanımadığını ifade ediyor. "Ortak yanımız Allah-u Ekber dir. Allah-u Ekber diyelim" diyor. 
Şimdi soruyorum; "Muhammed’ür rasûlullah" demeden, gerçek manada Allah-u Ekber demek nasıl mümkün olur? Belli ki bu demagojidir. Bu şahıs, muharref İncil’e dayalı teslis inancını taşıyan ve Kur’an-ı Kerim’de şirk olduğu ifade edilen Hıristiyanlığı cazip ve meşru göstermek maksadındadır. Güya iki din arasında ortak bir taraf bulunuyor ve bu basın yoluyla kamuoyuna arzediliyor. Halbuki küfür olan Hıristiyanlık ile yegâne hakkın kendisi olan İslam’ın hiçbir ortak yanı yoktur. Küfür ile hak, karanlık ile aydınlık nasıl ortak cihet taşıyabilir?

Kaldı ki küfürde olanların duası makbul olmadığı gibi, böyle bir duayı meşru ve faziletli saymak da itikadı açıdan tehlikelidir. Bilindiği gibi itikadı konular son derece büyük bir önemi haizdir. Küçük bir açı farkı, vahim neticeler doğurabilir.

Sizden sâdır olan küçük bir açı farkı, topluma genişleyerek yansır. Hıristiyanlarla tesis edilmiş gibi görünen samimiyet bağı, muhabbet havası ola ki, gençliğe "Hıristiyan da olunabilir" kanaatini verirse, bu hatanın tamiri mümkün olamaz. Kimse de bu vebali kaldıramaz. Bütün bunlar sizin malumunuzdur.

Çok iyi biliniz ki, ’kelime-i tevhid’ ancak nübüvvetle tamamlanır. Allah Resulünü inkar edenler, "Allah-u Ekber" kelimesinde nasıl samimi olabilirler?

Biz Hıristiyan veya diğer din mensuplarıyla görüşülmesin, irtibat kurulmasın demiyoruz. Ancak onlarla olan ilgi ve irtibat, Hakk’ı ketmetme-mek ve açıkça söylemek şartıyla meşrudur. Yani tebliğ esastır.

Nitekim Allah Resulünün o devrin Hıristiyanlanyla olan görüşme ve münasebetleri, tam bir tebliğ örneği ve hakkın beyanı şeklinde cereyan etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Al-i Imran suresinin ilk seksen ayetini ve Meryem suresini ibretle inceleyiniz! İstirham ederim.

Bakınız ilgili ayetler; 
Al-i İmran (1-8,18-32, 35-37, 42-51, 53-62, 62-64, 79-80, 85-86) ve Meryem (21-25).

Bakınız, şu ayet Hıristiyanlar hakkında inmiştir;

’’De ki: Allah’a ve Rasûlüne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki, Allah kafirleri sevmez." 
(Al-i İmran -32). 
"Andolsun ’Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler kafir olmuşlardır." 
(Maide-73) 
"Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler." 
(Al-i İmran -28).

Kaldı ki haham ve papazlarla işbirliği ihtiyacı nereden çıkmaktadır? Kimin için, neye ve kime karşı bir ve beraber olunacaktır.? Ancak ilhad fikri ve ateizm öldüğüne göre bu taviz, bu tahribat, bu zillet nedendir?

Bu tutum insanlara Hıristiyanlığı normal ve meşru kabul etme hissiyatını verir ki, gençliğimiz, teknolojik üstünlüğü elinde tutan Hıristiyan dünyasına, Hıristiyanlık dinine meylederlerse bu vebali kim taşıyabilir?

Nitekim bütün şehirlerimizde ve özellikle İstanbul, izmir, Ankara, Eskişehir ve Adana gibi vilayetlerde gençlere İncil okutma faaliyetine başlanmıştır. Ve bilmekteyiz ki, asırlardır süren Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik faaliyetleri, özellikle günümüzde daha da organizeli ve sinsi bir şekilde hız kazanmıştır. Hâlâ tarihi haçlı taassubunda İstanbul, İzmir ve hatta Anadolu kurtarılmayı bekleyen işgal edilmiş topraklar olarak algılanıyor ve öğretiliyor.

İspanya’yı düşünün ki, 800 yıl yaşayan bir İslam medeniyetinden bugün bir iz bile bulamazsınız. Ehli küfrün hesabının ileriye dönük ve intikam dolu olduğunu asla unutmamalıyız. Sekiz asır Endülüs Müslümanlarının yaşadığı İspanya’da bir tek Müslüman bırakılmamış, hepsi katledilmiştir. Halbuki İstanbul’un fethinin üstünden 545 yıl geçmiştir. Sırplar, Bosna’da katliam yaparken ’Hedefimiz İstanbul-Anadolu, hatta Horasan’ diyorlardı; unutmayalım. Haçlı taassubunun doğurduğu kin, tarih boyunca hızından hiçbir şey kaybetmeden yaşatılmaktadır.

Son günlerde manevi ve dini değerler üzerinde çıkarılan tartışmalar sebepsiz değildir. Bu, uluslararası organizeli bir güç tarafından planlanmakta, bu hususta yerli uşaklar kullanılmaktadır. İyi bilelim ki hedef, sadece dinimiz değil, devletimiz ve hatta vatanımızdır.

Bir baskı ve yılgınlık hali sergilenmesi de anlamlı değildir. Zira zat-i âliniz hukuk dışı bir iş yapmıyorsunuz ki, korkup endişe edeceksiniz. 
Yaptığınız millete ve vatana hizmettir.

Kaldı ki siz, ne bir siyasi lidersiniz, ne de İslam namına seçilmiş bir temsilcisiniz. Her iki halde de böyle badirelere düşmenin anlamı yoktur. Nitekim biz, devlet ve millet kucaklaşmasıyla milli bütünlüğü temine çalışıyor, mevzuat ve hukukun üstünlüğünü hayata geçirmeye gayret ediyoruz. 
Biz, bu tartışma, istişare veya uyarıyı nefsanî bir hesapla ve de kötü örnek teşkil edecek şekilde kamuoyu önünde yapmıyoruz. ’Kol kırılır yen içinde...’ denildiği gibi, bu bizim kardeşlik ve inanç beraberliğinden kaynaklanan görevimizdir.

Samimiyet, ihlas ve vefanıza inandığım kardeşim o-larak, bu açık ve samimi düşünce ve uyanlarımı, edil-le-i şer’iyye ölçüleri ve hassas inancınız ve vicdanınızla kâmil anlamıyla değerlendirip, bir nefs muhasebesi yapacağınıza inanıyor, bu vesileyle tekrar kalbi muhabbetlerimi arz ediyorum. Allah’dan Sırat-ı Müstakim üzere daim bulunmanızı niyaz ediyorum. Prof. Dr. Haydar Baş / 6 Şubat 1998”

Sayın Baş, mektubu bir tarikat lideri olarak yazmamış, vatan ve millet sevdalısı bir ilim ve fikir adamı olarak hassasiyetlerini dile getirmiştir.
Yazımızın başlarında metninin bir bölümünü verdiğimiz düzmece haberde Prof. Dr. Haydar Baş, "askerin adamı" olarak gösterilmiştir. “Askerin adamı” iddiaları yeni değildir. Isıtılıp ısıtılıp milletin önüne konan bu meselenin bir aldatmaca olduğu konusunda Prof. Haydar Baş’ın hayatında sayısız örnek vardır.   
“28 Şubat’ın gerçek mağduru” Prof. Dr. Haydar Baş olmuştur. Biz, aşağıdaki belgelerle Prof. Dr. Haydar Baş’a yönelik "28 Şubat sürecinde korunan, baskı görmeyen bir liderdir" şeklindeki  iddiaların tamamen gerçek dışı olduğunu ortaya koyuyoruz.
 

JANDARMA PROF. HAYDAR BAŞ’IN ÜZERİNE GELİYOR:
 
Jandarma Genel Komutanlığı İl Jandarma Komutanlığı’nın, Ticaret Odası Başkanlığı’na yazdığı yazı:
8 Kasım 2006 tarihli 
İSTH: 3590-365-06/1452
“Ankara İl Jandarma Komutanlığı’nca yapılmakta olan bir tahkikata esas olmak üzere ekli listede bulunan şirket ve firmaların sahip ve ortaklarına ait kimlik bilgileri (adı, soy adı, baba adı, doğum tarih) ile şirket sicil bilgilerine ihtiyaç duyulmaktadır.
İstenilen bilgi ve belgelerin çıkartılarak görevli personele elden  teslim edilmesini arz ederim. 
Yurdakul Akkuş J. Binbaşı İsth. Ş. Md.

Hakkında bilgi istenilen şirketler ve finans kuruluşlarının adları
1- Meltem Eğitim ve Sağlık İşletmeleri 
2- Baş-San Turizm ve Ticaret Sanayii
3- Baş Turizm ve Sanayii
4- Meltem Uluslararası Pazarlama ve İnşaat Endüstri Sanayii Ticaret
5- Meltem Radyo ve TV Yayıncılık 
6- Meltem Televizyon Yayıncılık


PROF. DR. HAYDAR BAŞ BALYOZ DARBE PLANI’NA DA DAHİL EDİLMEK İSTENMİŞTİ:

3.11.2010 tarihli  www.radikal.com.tr. isimli internet sitesinin haberinde “Darbecilerin ekonomi programı, Haydar Baş’tan” denilmekte idi:
“Basında 22 Ocak 2010 tarihinde “Balyoz Hükümeti" başlığı altında Balyoz belgelerinden Milli Mutabakat Hükümeti Programı’ndan kesitler verilmiş ve haberlerde "eldeki CD kopyasının elektronik anteti, Milli Mutabakat Hükümet programının da, yine Süha Tanyeri’nin de o dönemdeki iş bilgisayarına kaydedildiğini kanıtlıyor.
… bu belgenin ekonomik politikalar bölümü Haydar Baş’ın 2005  yılında verdiği konuşmadan birebir alıntılar içeriyor" denilmektedir.
Yani, Prof. Haydar Baş Bey’in 2005’de yaptığı konuşmanın, 2002’de hazırlandığı iddia edilen Balyoz darbe planında kullanıldığı iddia edilmektedir.
Görüldüğü üzere, konuşma, Balyoz darbe planından 3 sene sonra yapılmıştır. Nasıl oluyor ki, asker Prof. Haydar Baş Bey’in 3 sene sonraki konuşmasını kendine örnek almıştır? Bu iddiaya göre, henüz yapılmamış bir konuşma asker tarafından örnek alınmış olmaktadır.
Balyoz harekatının 2002’de hazırlandığı iddia ediliyor, halbuki Prof. Dr. Haydar Baş Bey’in konuşması 2005’de yapılmıştır. Sırf asker ile ilişkilendirmek ve Sayın Baş’ı karalamak için uydurma senaryolar yazıldığının en güzel delilidir bu...
Oysa bu iftiraların aksine, şayet Balyoz darbesi olsa idi, içeri alınacak 10 kişiden biri Prof. Dr. Haydar Baş olacaktı.
11 nolu CD’den çıkan Balyoz belgesine göre, Prof. Dr. Haydar Baş (dava klasörü 184, dizin no 216) İstanbul ilinde gözaltına alınacak  10 kişinin içinde yer alıyordu.
1997 yılında Batı Çalışma Grubu F. Gülen cemaatinin desteklenmesi gerektiği yönünde karar beyan etmiştir.
Sayın Baş hakkındaki yukarıda sadece bir kısmından örnekler verdiğimiz kararlar, Sayın Baş’ın kimler tarafından bu kadar sıkıştırıldığını ve baskıya tâbi tutulduğunu apaçık göstermektedir.      
Bugün ABD’nin kucağında kim oturuyor, senelerden beri onunla beraber iş birliği kim yapıyor? Ortadoğu’da kim ABD’ye tetikçilik yapıyor? Bu soruları sorduktan sonra faillerin, işbirlikçilerin içinde olduğunu mutlak surette herkes görecektir.


“ASKERİN ADAMI” OLDUĞU İDDİA EDİLEN PROF. DR. HAYDAR BAŞ’A BİR DARBE DE DÖNEMİN BAŞBAKANI ECEVİT’TEN:

İçişleri Bakanlığı’nın talimatnamesi:
Bu karar, Bülent Ecevit’in 27.11.2000 tarihli olur imzası ile B050TEF0000000107-5/6507-122 sayılı karardır. 
 
Dönemin İçişleri Bakanı olan Saadettin Tantan’ın talimatıyla hazırlanan bu belgede,
“Ülke genelinde faaliyet gösteren Haydar Baş grubunun mal ve para hareketlerinin takibi ile grupla irtibatlı olan vakıf-dernek-şirket vb. kuruluşların mali kaynakları ve varsa para hareketlerinin incelenmesinin mülkiye müfettişi koordinatörlüğünde, polis müfettişi, vakıflar genel müdürlüğü müfettişi ve vergi denetim elemanlarından oluşacak kurul tarafından tüm hukuki boyutlarıyla yapılmasını, suç unsuruna rastlandığında düzenlenecek raporların ilgili merciine tevdi edilmesini müsaadelerinize arz ederiz” denilmektedir. 
Bu karardan sonra, 
1- Baş-Çelik fabrikasına,
2- İlmî Araştırmalar Vakfı’na 
3- Meltem Kolejlerine 
4- Pek çok kişi ve kuruluşa yoğun baskılar ve hukuk dışı uygulamalar olmuştur.
    


ÖZEL MELTEM OKULLARINA YÖNELİK HUKUKSUZLUKLAR:

2000 yılında dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan imzalı bir talimatname, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in 27.11.2000  tarihli onayı ile devreye konmuştur. 
Bu öyle bir belgedir ki, devletin Başbakanı ve İçişleri Bakanı ömrünü “vatan” diyerek, “bayrak” diyerek, “devlet-millet” kaynaşması diyerek geçiren bir ilim adamını en ağır suçları işlemiş  azılı bir kişi gibi takip altına alıyordu.

B050TEF0000000107-5/6507-122 sayılı ve 15.11.2000 tarihli Sadettin Tantan imzalı belgede şunlar yazmaktadır:
“ Başbakanlık makamına,
Ülke genelinde faaliyet  gösteren Haydar Baş grubunun mal ve para hareketlerinin takibi ile grupla irtibatlı olan vakıf, dernek, şirket ve bunun gibi kuruluşların mali kaynakları ve varsa para hareketlerinin incelenmesinin mülkiye müfettişi koordinatörlüğünde, polis müfettişi, vakıflar genel müdürlüğü müfettişi ve vergi denetim elemanlarından oluşacak kurul tarafından tüm hukuki boyutlarıyla yapılmasını, suç unsuruna rastlanıldığında düzenlenecek raporların ilgili merciine tevdi edilmesini müsaadelerinize arz ederim.”

Ecevit’ten olur alarak hayata geçen bu belge, bir dönem sadece Haydar Baş Bey’in hayatını değil, okul örneğinde gördüğümüz gibi onunla irtibatlı olduğu düşünülen herkesin hayatını karartmıştır. Dikkat ederseniz, belgede kullanılan esnek ifade  ülke genelinde herkesi, her kurumu kapsar mahiyettedir.
Bir düğmeye basılmışçasına harekete geçildi, hiç vakit kaybedilmeden, ilk önce İçişleri Bakanlığı, Mülkiye Başmüfettişleri, Polis Başmüfettişi, Vakıflar Başmüfettişinden oluşan heyet Meltem Okullarına yöneldiler. Ve okulları gayri hukuki şekilde kapattılar. Ama bu tarihten sonra okulların  yanında televizyonlar, hastane ve Prof. Dr. Haydar Baş ile ilişkisi olduğu düşünülen her kurum baskı ve inceleme altına alınmıştır. Hepsini belgeleriyle göreceğiz. 
Ama önce okullara bakalım:
Mülkiye Baş Müfettişi: Hamit yüksel
Vakıflar Genel Müdürlüğü Baş Müfettişi: Baki Kestek
Polis Baş Müfettişi: İsmail Yaldız
Vergi Denetmeni: Mehmet Özkan
İlköğretim Müfettişi: Ünsal Oran
İlköğretim Müfettişi: Veli Aydemir

Bu isimlerden oluşan bir müfettişlik ekibi, İstanbul ili Güngören ilçesi Özel Meltem İlköğretim Okulu’nun incelenmesi konusunda görevlendirildi.
Okulda 2, 3, 4 Mayıs 2001 tarihlerinde yapılan incelemeler, 4 Mayıs 2001 tarihli tutanakta anlatılmıştır. 
Tutanaktaki tespitler ne maksatla inceleme yapıldığını ortaya koymaktadır. Tutanağın ilk maddesi, “bahçe alanının genişliği” konusundadır. Merdiven basamaklarının genişliği ve sayıları, duvarların en, boy ölçümleri de tutanakta kapatma gerekçesi olarak yer almaktadır. “Öğretmenlerin pantolon giymeleri” de dikkatlerden kaçmamıştır.
Tutanağın 14. maddesi gizlenmeye çalışılan asıl maksadı ortaya koymaktadır. 
14. maddede, “Yönetici odalarıyla, öğretmenler odasında günlük Yeni Mesaj Gazetesinin bulunduğu, anılan gazetenin, Trabzon’da yapılan mitinge ait haber ve resimlerin yer aldığı 09.01.2001 günlü sayısının birinci sayfasının halkla ilişkiler odasıyla  ilköğretim okul müdür yardımcısı odasındaki panolarda teşhir edildiği” ifadesi yer almaktadır. 
İstanbul’da Baş’a ait iki okul kapatıldı ve işyerlerine trilyonlarca lira ceza geldi.
Bu nasıl askerin adamı olmak ki, devamlı zarar görüyorsunuz? Asıl bu iftiraları atanlar derin devletin adamlarıdır.


VAKIFLARIN ÜZERİNE GİDİLİYOR:
   
Tam da bu tarihlerde F. Gülen hastalık bahanesi ile ABD’ye gitti. Hâlâ da orada bulunmaktadır. 
Sayın Baş’a iftira atanlar, bu sır perdesini aralayıp, gerçekleri anlatsınlar.
İlmî Araştırmalar Vakfı’na yönelik başlatılan saldırılarda, vakfın çeşitli illerdeki şubeleri için "suç unsuru arama” talimatı verilmiştir. Buna rağmen İstanbul Valiliği, Çanakkale Valiliği ve Denizli Valiliği "yasa dışı faaliyet yok" raporu vermiş, Karacaören Kaymakamlığı "her şey yasalara uygundur" yazısını göndermiştir.
Rize Valiliği ise, "bu vakıflar milli birlik ve beraberliğin temini için kuruldu" raporunu vermiştir.        
      

TARİKATÇILIK SÖYLENTİLERİNE CEVAPLAR:
TARİKATÇILIK İDDİALARI :

Sayın Baş, samimi bir müslümandır. Hangi şartlarda olursa olsun dinini yaşar ve bundan zerre kadar taviz vermez.
İşte O’nun bu dindarlığını bahane ederek “tarikat ehlidir” demek sureti ile üzerine gidilmiş, çeşitli meselelerde dava konusu yapılmış ama neticede Baş’ın sadece samimi bir Müslüman olduğu mahkemeler tarafından tescil edilmiştir. 1981 yılında devlet tarafından haksız olarak tutuklandığı için, açtığı dava neticesinde devletten tazminat almıştır. 
1-Bunlardan birisi Giresun Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakkında açılan davadır ki, elbette neticede beraat kararı çıkmıştır. 
1982/ 23 esas nosu ve 982/400 karar nosu ile verilen kararda dava konusu suç, “laikliğe aykırı olarak devletin temel nizamlarını  kısmen de olsa dinî esas ve esaslara uydurmak amacıyla cemiyet teşkil etmek, propaganda yapmak, sıkıyönetim emirlerine riayet etmeyerek gece sokağa çıkma yasağına muhalefet” idi. 
Gerekçeli kararda;
(Prof. Dr. Haydar Baş’ın da aralarında bulunduğu) tüm sanıkların  laikliğe aykırı olarak TCK 163. maddesindeki suçu işlemedikleri  dosya münderecatı ile bilirkişi kurulunun 15.07.1982 tarihli raporunda açıklanmasının bulunmasına göre bu suçtan ötürü BERAATLERİNE… karar verilmiştir. 
Bu beraat kararının arkasından Haydar Baş Bey Maliye Hazinesi aleyhine, o tarihlerde yürürlükte olan 466 sayılı yasaya dayanarak  maddi ve manevi tazminat davası açmıştır.

Sayın Baş, 24.12.1981 ve 2.2.1982 tarihleri arasında haksız yere tutuklanmıştır. 
19.07.1984 tarihli karar şöyledir:
“466 sayılı yasaya göre haksız tutuklanma nedeniyle davacı Haydar Baş, 13.333,20 lira (on üç bin üç yüz otuz üç lira yirmi kuruş) maddi, 50.000 lira manevi tazminatın hazineyi maliyeden alınarak davacıya verilmesine…” karar verilmiştir.

2-Resul Yaprak isimli şahıs, 1998/36578 sayılı esas nosu ile açtığı davada, Haydar Baş ve etrafındaki bazı isimler hakkında “bu kişi şeyhtir, Haydar Baş ve arkadaşları tarikatçılık yapıyor” diye şikayette bulunmuştur. 
Sayın Baş hakkında ileri sürülen iddialar her nedense her zaman kamu davası kapsamında son derece önemli ve şikayete dahi gerek olmadan soruşturulması gereken suçlardan seçilmiştir. Ancak hayatının hiçbir döneminde hukuk dışına çıkmamış bu insan, kendisine atılan iftiraları her defasında bertaraf etmiştir. 
Tarikatçılık olarak adlandırılan bu suçta da aynı durum olmuştur:

“Sanıkların müsned suçu işledikleri konusunda iddiadan başka her hangi bir delil elde edilemediği, şikayetin müşteki ile sanıklar arasında var olan ticari ilişkinin içindeki anlaşmazlıklardan kaynaklandığı anlaşılmış olmakla,
Sanıklar, Haydar Baş, … haklarında CMK’nın 164. maddesi uyarınca KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞINA… karar verildi.”

3- Yine tarikatçılık suçlamaları ile ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Savcılığının ek takipsizlik kararının 3. maddesini okuyalım: 
“Sanıkların cürüm işlemek için teşekkül oluşturduklarına dair delil elde edilemediğinden sanıklar hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına… karar verildi…” (karar tarihi: 21.05.2002)

 

“PROFESÖRLÜĞÜ SAHTE” İFTİRASI

Profesörlüğünün sahte olduğu ile ilgili ortaya atılan iddialar da bunlardandır. 
Bu konuyla ilgili ilk dava 1999 yılına aittir. 
1- Bakırköy 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1999/1460 E. ve 1999/1380 sayılı kesinleşen kararı. YÖK’ün şikayeti neticesinde  Prof. Dr. Haydar Baş Bey’in akademik unvanı ile ilgili yapılan yargılamada Sayın Baş’a Bakü Devlet Üniversitesi’nden  profesörlük unvanı verildiği, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Yüksek Onay Komisyonu tarafından onaylandığı tespit edilmiş ve bu unvanını kullanmasına hiçbir yasal engel olmadığına karar verilmiştir.
Kararın sonuç bölümünü aktaralım:

“… dosyadaki belgelerden Bakü Devlet Üniversitesi tarafından profesörlük unvanı verildiği, Azerbaycan Yüksek Onay Komisyonu tarafından onaylandığı görülmektedir. Öte yandan, iddia ve savunma her ikisi de Mesaj TV’de yapılan programda sanığın bu unvanı kullanmasından başka bir eylem tarif etmemiştir. Hiçbir yasal düzenleme bu unvanın tarif edilen biçimde kullanılmasını engelleyemez, aksi düşünüldüğünde ülkemizde gerçekleştirilen bilimsel toplantılarda ve benzeri çalışmalarda yurt dışından gelen yabancı bilim adamlarının bu unvanı kullanmasına ancak müşteki kurum Türkiye’de geçerli sayılması halinde, gibi mümkün olmayan bir sonuç çıkartılması gerekmektedir. Oysa günümüzde böyle bir iddia düşünülemeyeceği gibi zaten 2547 sayılı yasada da böyle bir düzenleme yoktur. 
Öte yandan TCK’nın 252. maddesi mülki ve asgari memuriyetlerden birinin ifaya teşebbüsünü düzenlemektedir. Bilimsel bir unvan olan profesörlüğün mülki ve asgari bir devlet memurluğu olarak düşünülmesi de mümkün olmadığından sanığın üzerine atılan suçun yasal unsurlarının oluşmaması nedeniyle  BERAATİNE…” ( karar tarihi: 22.12.1999 )
2- Yukarıdaki ilk davada suç tarihi olarak 1997-1998 ve 1999 yılları gösterilmişken, İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişliği’nce gönderilen inceleme raporu suç tarihini geriye çekmiş ve “1995 yılından itibaren” demiştir.
Mülkiye müfettişlerinin bu konuya dahil olmaları ise, B050TEF0000000107-5/6507-122 sayılı kararladır. Dönemin İçişleri Bakanı olan Saadettin Tantan’ın talimatıyla hazırlanan bu belgede, “ülke genelinde faaliyet gösteren Haydar Baş grubunun mal ve para hareketlerinin takibi ile grupla irtibatlı olan vakıf-dernek-şirket vb. kuruluşların mali kaynakları ve varsa para hareketlerinin incelenmesinin mülkiye başmüfettişi koordinatörlüğünde, polis müfettişi, vakıflar genel müdürlüğü müfettişi ve vergi denetim elemanlarından oluşacak kurul tarafından tüm hukuki boyutlarıyla yapılmasını, suç unsuruna rastlandığında düzenlenecek raporların ilgili  merciine tevdi edilmesini  müsaadelerinize arz ederiz” denilmektedir.
Bu arz, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e yapılmış ve onun 27.11.2000 tarihli olur imzası alınarak hayata geçirilmiştir.
Bu izne dayanarak başlayan soruşturmalar kapsamında mal varlığı, para akışı bir yana, profesörlük unvanı da hukuk dışı bir şekilde soruşturma konusu yapılmıştır. 
07.12.2000 tarih ve 107-5/7132-37 numaralı görev emriyle bu konuyu araştırmaya başlayan Mülkiye müfettişlerine gönderilen yazıda,
“Başbakanlık makamının 27.11.2000 tarihli onayı uyarınca  yürütülen inceleme sırasında; Haydar Baş’ın 2547 sayılı yüksek öğretim kanununun 28. maddesi hükmü gereğince  üniversitelerarası kurul kararı olmadan geçerli olmayan 
“Prof. Dr.” unvanını Türkiye’de kullanması; yine kanunun 29. maddesi hükmü gereğince kazanılan unvan döneminde yüksek öğretim kurumları dışındaki çalışmalarında “Prof. Dr.” unvanını kullanması incelemenin konusunu oluşturmaktadır” denilmektedir.
Mülkiye başmüfettişi Hamit Yüksel, polis başmüfettişi İsmail Yaldız, Vakıflar Genel Müdürlüğü başmüfettişi Baki Ketsek, vergi denetmeni Mehmet Özkan’dan oluşan kurul 05.03.2002 tarihinde  rapor hazırlamışlardır. 
Raporun sonuç kısmı şöyledir: 
“Başbakanlık makamının 27.11.2000 tarihli onayı uyarınca tarafımızdan yürütülen inceleme sırasında Hasan ve Ayşe oğlu 1947 doğumlu Haydar Baş’ın Türkiye’de ve dış ülkelerde bir akademik kariyeri kazanmadan “Prof. Dr.” unvanını her yerde ve  her alanda kullandığı incelendiğinde, 2547 sayılı kanunun 28 ve 29. maddeleri uyarınca konunun YÖK Başkanlığı’nca ve Cumhuriyet Başsavcılığı’nca değerlendirilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılmıştır…”

İçişleri Bakanlığı mülkiye müfettişlerinin bu raporu ihbar kabul edilerek Prof. Dr. Haydar Baş hakkında, hükümet memuriyetinin ve unvanının gaspı gerekçesiyle kamu davası açılması için savcılık makamınca inceleme başlatılmıştır. Ancak 27.03.2002 tarihli kararda mülkiye müfettişlerine tokat gibi bir cevap gelmiştir.  
Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın 27 Mart 2002 tarihli 2002/17764  Hazırlık Sayılı Takipsizlik Kararı gerçeği bir defa daha ortaya koymuştur. İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin Prof. Dr. Haydar Baş Bey’in akademik unvanı ile ilgili suç duyurusu yaptıkları raporları neticesinde verilen kararda, müfettişlerin iddiaları reddedilmiş, müvekkilimizin unvanını “2547 sayılı yasanın 28 ve 29. maddelerine aykırı olarak kullandığı” yönündeki iddiaların “yasal dayanaktan tamamen yoksun” ve “hiçbir hukuki değer taşımadığı” ortaya çıkmıştır.

“… Üniversitelerarası kurul tarafından onaylanmamakla birlikte, evrak arasında fotokopisi bulunan belgeden, sanığa 1995 yılında Azerbaycan Respublikası tarafından profesör unvanı verildiği ve bu unvanla 14.12.1995 gün ve 22493 sayılı resmi gazetede yayınlanan 95/44885 sayılı kararname ile Orman Bakanlığı Müşavirliğine atandığı anlaşılan sanığın bu unvanı TCK 252-253. maddelerde yazılı olduğu şekilde kullandığına ilişkin evrak içerisinde delil bulunmadığı gibi, bu unvanı kullanarak menfaat temin ettiğine ilişkin de herhangi bir iddia mevcut değildir. 
Açıklanan nedenlerle herhangi bir suç oluşturmayan ihbar konusu eylemle ilgili olarak sanık hakkında KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞINA karar verildi.” (Karar tarihi: 27.03.2002 )

3- Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000/767 E. 2001/409 sayılı kararını ele alalım: 
“Prof. Dr. unvanını para karşılığı” aldığı iddiasına yer veren Leman dergisi yazarı Nihat Genç ve dergi sahibinin tazminata mahkum edildiği karardır. Aynı yazı nedeniyle Nihat Genç hakkında açılan  ceza davasında Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi yayın yoluyla hakaret etmekten ceza kararı vermiştir. 
Kararın sonuç bölümünü aktaralım:

“… Davacının profesör olduğu anlaşılmaktadır. Aksi ispat edilemediği sürece bu sıfatı hakkı ile, bilgi ve yoğun çalışması ile almış olduğunun kabulü gerekir. Yine ispat edilemediği sürece dergide yayımlanan ve yukarıda özetlenen sözlerin davacının kişilik haklarına saldırı mahiyetinde olduğu açıktır. İsnatlar, bir insana söylenmesi kesinlikle kabul edilemeyecek son derece ağır, suç teşkil eden hakaret ve iftira mahiyetindedir. Yazının yayımlandığı dergi, haftalık olarak çıkan, Türkiye genelinde YAY-SAT adlı şirket vasıtası ile satış, pazarlama ve dağıtımı yapılan bir yayın organıdır. Ortalama ve net satışı 79.881 adettir. Büyük bir kitleye ulaştığı anlaşılmaktadır. Tüm bu nedenlerle birlikte tarafların mali ve ictimai durumları paranın satın alma gücü gibi nedenlerde nazara alındığında 5.000.000.000 TL manevi tazminatın uygun olacağı kanaat ve sonucuna varılmıştır.” (karar tarihi: 28.06.2001)

Kararda da ifade edildiği gibi, hakaret ve iftiralarla dolu yazıyı yayınlamaktan utanmayanlar, bir de bu karara itiraz etmiştir.  Temyiz süreci neticesinde Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Leman dergisi vekilinin itirazını reddetmiştir. 
2002/1854 sayılı kararı şöyledir: 
“… Temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü. 
Dosyadaki yazılara kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA 14.02.2002 gününde oy birliği ile karar verildi.” 

4- Milliyet Gazetesinin 7 Nisan 2002 tarihli iftira yazısında “unvanını ispat edemedi” ve “Haydar Baş’ın profesörlüğü sahte” şeklindeki ifadelerle verdiği haber üzerine Bakırköy 1. Sulh Ceza Mahkemesi 2002/222 müteferrik kararı ile haberin hukuka aykırı olduğunu tespit ederek tekzibin yayınlanmasına karar vermiştir. Davalı gazete bu tekzip kararına itiraz etmiş ama itirazları Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2002/99 D. İş kararı ile reddedilmiş yazının hukuka aykırılığı ve tekzibin yayınlanma kararı kesinleşmiştir.

5- Posta Gazetesi’nin 7 Nisan 2002 tarihli iftira yazısında “sahte belgeyle profesör olmuş” şeklindeki ifadelerle verdiği haber üzerine Bakırköy 1. Sulh Ceza Mahkemesi 2002/221 müteferrik kararı ile haberin hukuka aykırı olduğunu tespit ederek tekzibin yayınlanmasına karar vermiştir. Davalı gazete bu tekzip kararına itiraz etmiş ancak itirazları Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin  2002/100 D. İş kararı ile reddedilmiş, yazının hukuka aykırılığı ve  tekzibin yayınlanma kararı kesinleşmiştir.

6- Bakırköy 2. Asliye Hukuk Mahkemesi 2003/275 E. ve 2005/11 sayılı kararı ile Posta ve Milliyet gazetelerinin Prof. Dr. Haydar Baş  Bey’in akademik unvanına yönelik iftira yazıları ile ilgili açılan tazminat davalarında Milliyet ve Posta gazeteleri tazminata mahkum edilmiştir.

Sonuç olarak; bu nasıl “MİT’in adamı olmak” ki bütün meselelerinde demoklesin kılıcı gibi Baş’ı devamlı tehdit ediyor ve bu konularda Baş’a devamlı dava açıyor.
Birçok meselede üzerine gidilmesine rağmen, kendinin üzerine gelen devletle, MİT’le, askerle hiçbir zaman hesaplaşmaya gitmemiş, “bu vatan bizimdir, birbirimize tahammül ederek bu vatan sathında yaşamaya mecburuz” görüşünü öne çıkarmıştır.
Dinî yaşayışından, millî duruşundan, manevî değerlerinden, örfünden, devletinden bütün bu mağduriyetlere rağmen zerre kadar taviz vermemiştir. Türk Milletini devamlı birlik ve beraberliğe çağırmıştır.
Şu anda tezgâhlanan oyun milletin bölünmesini, vatanın parçalanmasını isteyenlerin oyunudur.

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol